Kızıl Elma nedir? Asker neden istikamet Kızıl Elma dedi?
Zeytin Dalı Operasyonu sırasında askerlerimizden biriyle yapılan kısa röportajda askerin "İstikamet Kızıl Elma" cevabı merak uyandırdı.
Türkiye Afrin'e yaptığı Zeytin Dalı Harekatı ile tüm gündemi değiştirdi. Türkiye'nin gözü kulağı Afrin'deki gelişmelerde. Afrin Operasyonu sırasında askerlerimizden biriyle yapılan röpojda askerin kendisine sorulan "İstikamet neresi? sorusuna verdiği "Kızıl Elma" cevabı herkesi meraklandırdı. Sosyal medyayı sallayan olayın ardından Kızıl Elma ülküsü hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler soluğu arama motorlarında aldı. Peki ya Kızıl Elma nedir? Kızıl Elma neresi ve neden önemli?
Türk Silahlı Kuvvetleri, terör örgütü PKK'nın Suriye kanadı YPG'yi Afrin'den temizlemek için Zeytin Dalı Harekatı'na başladı. Harekatın ikinci gününde tanklar eşliğinde Afrin'e giren askerler teröristleri bölgeden temizlemeye başladı.
Kızıl Elma Diriliş Ertuğrul'a Konu Oldu
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinin müjdelendiği Diriliş Ertuğrul dizisinde, Kızıl Elma mesajı sosyal medyada gündeme oturdu..
Diriliş Ertuğrul'un 101. bölümünde Ertuğrul Bey, "Kutlu Türk beyleri, bu gazayla yalnızca Karacahisar'ın fetih yolunu açmış olmayacağız. Nikea'nın (şimdiki İznik) ve Constantine'nin de fetih yolunu açmış olacağız" şeklinde konuşur..
Türk beylerine yaptığı konuşmasına devam eden Ertuğrul Bey, "Eğer oraları fetih etmek bize nasip olmasa dahi, inanırım ki; neslimizden bir kahraman gelip inanmış ordusuyla, Constantine'nin surlarına dayanıp şanlı islam sancağını o surlara dikecektir".
Karacahisar, Nikea, Constantine bize dar gelir. Hedefimiz Kızıl Elma'dır. Yani güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar olan tüm cihandır. Gaza bizim, gayret bizim, zafer Allah'ındır" sözleri, sosyal medyada çılgınlık başlattı..
"Kızıl Elma" Diriliş Ertuğrul'a birçok kez konu oldu. Dizinin 71.bölümünde ve 101.bölümünde geçen "Kızıl Elma" diyaloglarını videodan izleyebilirsiniz.
Kızıl Elma Nedir?
Kızıl Elma, Türk mitolojisinde Türkler ve de özellikle Oğuz Türkleri için üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşleri simgeleyen bir ifadedir.
Türk milliyetçiliğinin önemli sembollerinden birisi olan Kızıl Elma imgesi, Türk devletleri için bir hedefi ve amacı simgeler. Ulaşılması gereken bir yeri, fethedilmesi gereken bir beldeyi ifade ettiği gibi kimi zaman bir devlet kurma idealini, kimi zaman cihan hakimiyeti idealini, kimi zaman da Türk birliği idealini ifade etmiştir.
Kızıl Elma imgesinin tam olarak ne zaman, nerede ve nasıl ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte yaygın anlayış, Osmanlı ile birlikte tarihe ve edebiyata mal olduğu, Osmanlılar döneminde özellikle Batı memleketlerine doğru yürütülen cihadın bir sembolü olduğu yönündedir. Kızıl Elma ülküsü özellikle yeniçeriler arasında yaygınlaştırılmış ve onların savaşma azmini yüksek tutmak için kullanılmış; Ziya Gökalp, bu imgeyi Turan Ülküsü ile birleştirerek ona yeni bir anlam kazandırmıştır.
“Kızıl”, Türk kültüründe genellikle kıymetli sayılan bir renk; “Elma” ise mistik bir yanı bulunan; bolluk, bereket, şifa kaynağı olarak görülen bir meyvedir. Ancak Kızıl Elma sembolleştirilmesinin elmaya değil, Eski Türklerde Güneş ve Ay'ı anlatan kızıl topa dayandığı düşünülür. Bu top, ‘muncuk' adıyla bayrak ve tuğların tepesini süslemiş ve bazen zaferin işareti, bazen hakimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yeri ifade etmiştir.
Kızıl Elma imgesinin ilk kez Orta Asya Türkleri arasında doğduğu; Ergenekon Destanında Ergenekon'dan dışarıya çıkma ve kaybedilmiş eski yurdu geri alma idealini simgelediği kabul edilir.. Türkistan’dan Hazar Denizi’nin doğusuna gelen Oğuzların ise Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hakimiyetinin ifadesi olarak bulunan altın topu yani Kızıl Elma’yı ele geçirmeyi ülkü edindikleri düşünülür.
Kızıl Elma efsanesi İstanbul'un fethinden sonra yeniçeriler arasında yaygınlaşmıştır. Osmanlı’nın Avrupa‟da fethetmeyi istediği önemli şehirler, “Kızıl elma” olarak anılmıştır. Çeşitli kaynaklarda, Fatih Sultan Mehmet devrinden başlayarak III. Selim dönemine kadar Türk askerlerinin “Padişahım, biz senin uğrunda ta Kafdağı’nın ötesine, Kızılelma'ya dek varırız” sözlerini dillerinden düşürmediği ifade edilir. 1521'de Belgrad'ın alınması, 1526 yılındaki Mohaç Savaşı ve 1529'daki I. Viyana Kuşatması'na dair Osmanlı eserlerinde hep Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘Kızıl Elma'yı eline aldığından' bahsedilmiştir. Gelibolulu Mustafa Âlî'nin Kühnü'l-Ahbar adlı eserinin bir yerinde Kızıl Elma Portekiz ile ilişkilendirilmiş; bir başka yerinde ise “Frenklerin ülkesinin en ücra köşesinde büyük bir kilise” ile ilişkilendirilmiştir. Edebiyat tarihçisi Orhan Şaik Gökyay, söz konusu kilisenin bazılarına göre Roma'daki Saint Pierre Kilisesi olduğunu ifade etmiştir.
Kızıl Elma Neresi? Ömer Seyfettin
"...Hemen göstersünler. Dalkılıç olur, düşmanı
harâb iderüz ve kralın tac ü tahtını başına
geçürüp Kızıl Elma'ya dek giderüz.."
Kocasekbanbaşı
— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'ya gideceğiz!
. . . . . . . .
Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüdâ[1], serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde, deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâk[2]ına çarpıyordu:
— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya!
— Kızıl Elma'yacak....
. . . . . . . .
Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. "Kızıl Elma, Kızıl Elma...." Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini[3] geri itti. Gayet çıkık, geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.
— Kızıl Elma neresi?
Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken
galeyana gelen asker hep "Kızıl Elma'ya!.." diye bağırışıyordu. Bu
narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit
resimlerinde, hatta İstanbul'da, sarayın iç bahçesinde bile
duymuştu. Kızıl Elma neresiydi? Üvez rengi sırmalı perdenin
arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı:
— Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri
toplasın. Hemen karşıma gelsin!
Dedi.
Separator.jpg
Yarım saat evvelki büyük Dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine
huzura çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı.
Ahmed Paşa'yla Hadım Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu
Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa, gözleri
yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el
bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufiyesini
yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her
vakitkinden daha sertti. İnce murassâ[4] direkler üstüne kurulmuş
donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu:
— "Kızıl Elma" neresi? İçinizden bilen var mı?
Suali bozdu.
— !
— ?
— !...
— ?..
. . . . . .
Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu.
Padişah:
— Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında
daima bu narayı işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızıl Elma'ya Kızıl
Elma'ya..." diye bağırışıyorlar.... Burası neresidir? Binlerce defa
ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek
isterim.
Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi:
— Viyana olsa gerek, padişahım....
Padişah, öteki vezirlere döndü:
— Öyle mi?
— ....
— ....
— ....
Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı.
Padişah, orduya getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek
mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş,
elleri kostaniçeli[5], ak kızıl bayraklı", emsali görülmemiş
mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli
Beylerbeyine sordu:
— Sokullu! Sen söyle, Kızıl Elma neresi?
— "Roma" olsa gerek, padişahım!
— Ne biliyorsun?
— Öyle sanırım.
— Sanmak bilmek değildir...
. . . . . .
Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızıl Elma için kimi "Çin", kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa:
— Hind'dir.
Haydar Paşa:
— Sind'dir!
İskender Paşa:
— Kafdağı'nın arkası olsa gerektir.
Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini
görünce, canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle
tuttu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı
gülümsedi:
— Yazık sizin ilminize!
— ...
. . . . . .
"Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasanî" kavuklu başlar uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi. Lâkin cahilliği? Asla.... Ortalarından, kara sakallı, bastı bacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı:
— Padişahım! dedi, bu "Kızıl Elma", halk kullarının uydurduğu
bir efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı... Bir hakikat değildir ki,
biz bilelim. Halk ise, padişahım, bilmez söyler.
Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:
— "Halkın dediği! Hakkın dediği!"
— ...
Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı.
Padişah devam etti:
— Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses,
Hakk'ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat
siz bilmiyorsunuz....
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemmâsı
olsun...
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun....
— Evet padişahım.
— Lâkin örfte yok mu?
— ...
Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat, işte sefer
eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızıl
Elma'ya" naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu.
Asker yalnız sefere gideceği, muharebeye gireceği zaman değil,
hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savurmuyor
muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğu
bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken
sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu
iyice hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş,
okuduğu metinlerde bu isme dair bir şeye rastgelmemişti. Yutkundu.
Önünde bağlı duran ellerini sıktı. Artık "Kızıl Elma örfte yoktur"
diyemezdi. Çünkü... İşte.... Duyuyordu!
— Var padişahım!
Dedi.
— Öyleyse müsemmâsı da var.
— ...
Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün
hakikatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen
fâzıllardandı. Karşısında safsataya imkan yoktu. Öbür kazaskerler
arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız açmadıklarına için için
seviniyorlar, "Sükût sözden hayırlıdır!" hikmetini hatırlıyorlardı.
Padişah yine acı acı güldü:
— Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu
halkı idare edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu
bilmezsiniz..
— !...
— .....
— .....
— .....
. . . . . . .
Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Derûnî lisanla" kendi kendine sordu:
"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin
bilir misin?"
"Bilmem ama.."
"Ama?"
"...Sezerim!"
Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin,
irfanın ötesinde bir hakikattı. Evet, işte "Kızıl Elma", ne
olduğunu sanki biliyor, fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler,
kazaskerler, beylerbeyleri.... Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı.
Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hind, kimi
Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızıl Elma bunların hiçbiri
değildi! İçinden:
"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!"
Dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu:
— Kızıl Elma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?
— ....
. . . . .
Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender Paşa:
— Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır!
Vezir kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin âlimlerden
değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümâyûnunuzla
meydana çıktı. "Bin âlimin bilmediğini bir ârif bilir" derler.
İrade buyurun. Bir ârif bulalım. Ona sorun.
— Ârif kimdir?
— Bilmeyip sezen, padişahım...
. . . . .
Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızıl Elma, Kızıl Elma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker, halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyiş[6] alayında bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade etti. İskender Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.
Separator.jpg
İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi:
— Üç kişi tuttum, padişahım!
Dedi.
— Evvela bir tanesini getir bakalım.
. . . . .
İskender Paşa, otağın mehâbet[7]inde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perîşânî[8]si dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı. Padişah sordu:
— "Kızıl Elma, Kızıl Elma" dersiniz, bu, neresi?
. . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:
— Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
— Neye bağırdığını sormam. Kızıl Elma neresidir? Onu söyle!
Garip tereddüt etmedi:
— Padişahımızın bizi götüreceği yer!
Dedi.
— Orası neresi?
— Padişahımız bilir.
. . . . . .
Padişah, İskender Paşa'ya döndü:
— İkincisini getir bakalım!
Dedi.
Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişahın "Kızıl Elma neresi?" sualine, düşünmeden:
— Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını
verdi.
— Orası neresi?
— Sen bilirsin padişahım!
. . . . .
İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının uçları düşen genç bir bostancıydı.
— !..
— Kızıl Elma neresi?
— Atınızın gittiği yer... Padişahım!
— Orası neresi?
— Neresi olduğunu ancak padişahım bilir...
. . . . .
Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de Romaydı. Padişah, huzurundakilere:
— Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat
bir! "Kızıl Elma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni
göndereceği yer...
. . . . . .
Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık "Kızıl Elma'ya, Kızıl Elma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızıl Elma" denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin birtakım fâni harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir[9] vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire çeviriyorlar:
— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya...
Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek
bir arşa doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya
hazırlanıyorlardı!