Türk demokrasi tarihinde kara leke olarak geçenlerden biri de 12 Eylül 1980’de yapılan darbe oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede meydana gelen kargaşayı sonlandırmak amacıyla ülke yönetimine al koyduğunu açıklamıştı.
230 bin kişi yargılandı
12 Eylül darbesi sürecinde, 650 bin kişi göz altına alındı ve 230 bin kişi yargılandı. Yargılanan kişilerin 7 bininden fazlası için idam cezası istenirken, 50 kişi idam edildi. Bu süreçte 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartıldı ve 30 bin kişi işinden oldu.
Liderler Sürgüne gönderildi
Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit 12 darbesinde Hamzakoy'a gönderilirken, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş Uzunada'ya sürgüne gönderildi.
İdam edilmesi için yaşı büyütüldü
Darbe öncesi bir askeri izibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen 17 yaşındaki Erdal Eren, yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980'de idam edildi.
"Türkeş’i kaçırmamız nedeniyle daha sonra ihtilal bildirisi değişti"
Habertürk’e röportaj veren Dönemim MHP Genel Sekreter yardımcısı olan Yaşar Okuyan döneme ait yaşadıklarını anlattı.
Okuyan şu ifadeleri kullandı:
"Rahmetli Alparslan Türkeş misafir olarak dedemlere gelmişti. On beş gün kadar onların bir dairesinde misafir olmuştu. O dönem dayım ve dedemden harçlık alıyordum ve bunun karşılığında da Türkeşler’e bir ekmek, bir süt bir de Tercüman Gazetesi alıp götürüyordum.
Daha Türkeş o zaman CKMP’de parti genel müfettişiydi. Birinci gün götürdük, ikinci gün karşısına alıp sohbet etmeye başladı bizi. Üçüncü günden itibaren biz kendi kendimize bunu görev saymaya başladık, bir taraftan harçlık da alıyoruz tabii. Akşamları “Bu adam önemli bir adam, ne olur ne olmaz” deyip nöbet tutmaya başladık kapısında.
İhtilalde MHP Genel Sekreter Yardımcısı'ydım. Kenan Evren ve cuntanın 12 Eylül günü gece 03.00’ten 16.00’ya kadar yayınlandığı bildiride tüm liderlerin tutuklandığı ifade edildi; ancak Türkeş’i kaçırmamız nedeniyle daha sonra ihtilal bildirisini değiştirdiler.
Ben ihtilâlden 21 gün sonra teslim oldum. 2 yıl 11 gün içeride kaldım. Bunun 6.5 ayı Mamak’ta geçti. Ülkücülük bizim için vatanseverlik, ülkenin birliğinden yana olmak, toprak bütünlüğünden yana duygu ve düşüncelerin yoğun bir toplamıydı. Karşıtına göre “faşist” olarak ifade edilse de o dönem ne Hitler ne Mussolini sempatisi falan yoktu bizde. Kaldı ki bu milliyetçiliğe de aykırıydı. Her ulusun kendini yüceltme ülküsü vardır.
"Devrimci de milliyetçi de aslında aynı şeyi söylüyordu"
12 Eylül öncesi bana göre toplumsal bir cinnetti; çünkü o şartların üzerinden 27-30 yıl geçtikten sonra çok daha iyi görüyorsunuz ki bir uluslararası emperyalizmin oyununa kurban gidildi. Sağ dediğimiz kitleler kışkırtıldı. Sol dediğimiz kesimler de onlara karşı kışkırtıldı. 12 Eylül öncesi kendisine “devrimciyim” diyen “milliyetçiyim” diyen gençler aynı şeyleri savunuyorlardı. Milliyetçi olan duvara “Milliyetçi Türkiye” yazıyordu. Devrimci olan da milliyetçiyi siliyor “Bağımsız” yazıyordu. Bunun tersini ülkücüler de yapıyordu. İkisi de çok mu farklı şeylerdi?
12 Eylül öncesinin ülkücüsü de devrimcisi de her ikisi için de söylüyorum yüzde 99’u bu ülkeyi sevdikleri için mücadele ettiler. İkisi de bağımsızlıktan yanaydı. İkisi de Türkiye’ye, ülkelerine umarsızca sevdalıydı. İkisi de çıkar için birbirinin karşısına geçmedi; ikisi de yokluktan geliyordu ve ülkelerinin daha iyi olmasını istiyordu. İkisi de hem mazlum hem masum yaşamlardan geldiler. Evet ellerine silah aldılar; ama o silahı almadan önce ikisi de sadece “garip”ti. Ancak tezgâh çok iyi kurulmuştu maalesef ve ikisine de kıydılar."
“Ecevit’in estirdiği hava önemli”
Eski TİKKO MK Üyesi İbrahim Ünal’da yaşadıklarını anlattı:
“18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede öldürülen Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın yaşamını 1970’li yılların başında öğrendim. Temelde Mahir Çayan ve Kaypakkaya’nın teorilerini anlattığı yazılarını okuyarak bir şeylerin değiştirilmesi gerektiğini kabul ettim sonra. 1973 yılında İstanbul’a geldim.
İnsanların belirli özellikleri vardır; hani elektrik meselesi diyorlar ya, o bende biraz sanırım var. İnsanlarla konuşmaya başladım, ardından arkadaş gruplarıyla yapılan siyasi sohbetler bunu izledi. Ancak bu dönemde, yani 1973-74’lü yıllar Türkiye’de solun kitlelerle buluştuğu yıllardı ve Bülent Ecevit’in “Gençler” diye seslendiği bir Samsun mitingi vardı ki, ben o konuşmanın altına bugün de imzamı atarım.
Toprağın işleyenin; suyun kullananın olacağını; kontr-gerilladan hesap sorulacağını; ülkenin geleceğinin gençler olduğunu ve gençlerin ülke yönetimini üniversitelerde, yönetimlerde yer alarak öğreneceğini söylediği bu konuşma, döneme damgasını vurması bakımından önemlidir. Söylem, sosyalist bir söylemdi. Ecevit söylediklerini hiçbir zaman tam olarak uygulayamadı; hatta Erbakan ile koalisyon olduğunda “Kontr-gerilla diye resmi bir kurum yoktur” dedi.
Ecevit’in estirdiği hava çok önemliydi. 1974 affıyla içeri girenler çıktı, üniversitelerde 68 Hareketi’nin bastırılmasına karşı tepkiler olgunlaşıyordu. Her şey zıttıyla var olur teziyle, bizim karşımıza ülkücü gençler çıktı. 70’lerin başında Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür öldürüldü; ancak 1972 ile 74 arasında ciddi bir patlama yaşanmadı Türkiye’de. Biz olaylara karışmayan ülkücülere “Okula gelmeyeceksiniz” demedik; ancak ülkücü gençliğin güçlenmesiyle birlikte saldırının şiddeti arttı.
"Ülke bir şekilde 12 Eylül'e hazırlandı"
Ben, Türkiye’de, 12 Eylül Hareketi’ni, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Politikası’nın 30, 40 yıllık bir parçası olarak görüyorum. Ülke bir şekilde, 12 Eylül’e hazırlandı. Türkiye’de 12 Eylül’ün bir gerekçesi olmalıydı. Toplumun ideolojik ve buna bağlı olarak liberalleşme süreciyle adım adım kapitalistleştirilmesinde, 80’lerin ortasında “Küçük Amerika” ifadesini karşılayan ekonomik ve politik bir değişime bir anda sokulması demokrasiyle olabilecek bir şey değildi. Düşüncenin, eleştirel yaklaşımların susturulabileceği tek konum Türkiye’de darbeydi. Türkiye’de de darbeyi yapacak tek güç vardı, o da orduydu. Ancak bu gücün özellikle halk nezdinde yıpranmaması gerekiyordu. 1968 ile 12 Eylül 1980 arasında ordu yıpranmadı, halkın askere güvenini kaybettirecek hiçbir şey yapılmadı."
Yorumlar