Belki bana
"deli" diyeceksiniz, belki de ilgi çekmeye çalıştığımı düşünecek ve
inanmayacaksınız. Ama en azından şuna inanın; tüm bunları yaşamak yerine akıl
sağlığımı kaybetmeyi dahi tercih edeceğim zamanlar oldu.
Öyle zordu,
öyle yıpratıcı vakitlerdi ki, geri dönüp hatırlamak dahi acı verirken, oturup
bunları sizlerle paylaşıyorum. Paylaşıyorum çünkü en azından bilin, en azından
en karanlık gecelerin de sonunda gün ışığı olduğunu hatırlayın, güç ve cesaret
alın diye... Çünkü dışarıda benim gibi insanlar var, biliyorum...
Olayların başlangıcı... Hala geriye dönüp baktığımda kafamda netleştiremediğim tek zaman dilimi bu. Olayların başlangıcı... Öylesine belirsiz, öylesine hissettirmeden!
Çünkü her
şey son derece sıradandı. Üniversite eğitimimi yeni bitirmiştim ve görev
bölgesi olarak da (şimdi adını vermek istemediğim) şirin bir Ege ilçesine
atanmıştım. Her şey son derece olması gerektiği gibiydi. Ege'yi severim,
kendimi şanslı hissediyordum. Nihayet öğrencilik sefilliği bitmiş; tam olarak
yetişkinlik hayatıma geçişimi de bu güzel yerde sakin sakin yapacaktım. Hem
tatil gibi olacağını, hem de güzel bir alıştırma gibi kullanacağımı düşünüyordum.
Ne kadar da
saftım!
Yeni yerleştiğim bu bölgede ilk iş bir ev bulmak oldu elbette... Hayatın güzel sürprizleri devam ediyordu.
Ödemem
gereken eğitim kredisi borçları vardı ve yeni çalışmaya başlamış biri olarak
elbette ki maaşım çok da cazip değildi. Üstüne üstlük bir de eşyalar alıp ev
düzeceğim, emlakçı ücreti, depozito, taşınma masrafları falan filan derken
altından kalkması kolay olmayacak bir liste uzayacaktı önümde.
Fakat şanslı
insanım dedim ya, şans bana güldü gerçekten de! Bir emlakçının gösterdiği
"köpek bağlasan durmaz" tarzı eve bakıp umutsuzluk içinde çıktıktan
sonra mahallenin bakkalı ile sohbete daldık. Küçük yerlerin sıcak insanları
işte. Bakkal benim hayatımı "nerelisin, annen baban ne iş yapıyor, maaşın
ne kadar, nişanlın var mı?" gibi sorularla irdeledikten sonra
mahallelerine yakışır hanım hanımcık bir genç öğretmen olduğuma kanaat getirmiş
olacak ki; o hayatımı değiştirecek olan teklifte bulundu.
"Şu karşı sokakta" dedi... "Ev baya eski ama tertemiz, hem sahipleri de pek nezih insanlar!"
Gösterdiği
sokağın girişinde, pencerelerinden sardunyalar akan, ahşap, eski ama bakımlı,
iki katlı bir ev tüm güzelliğiyle duruyordu. Eski Rum evlerinden; yüksek
tavanlı, uzun pencereli... Tek kelime ile muazzam görünüyordu. O nostaljik
filmlerden fırlamış görüntüsü beni öyle etkiledi ki; "bu ev nasıl ısınır,
güvenli midir yahu çelik kapısı falan yok, ayrıca kimler yaşıyor içinde?!"
gibi sorular aklıma sonradan geldi.
Bakkal amca,
pencere demirlerinden uzanıp cama tıkladı. Perdeyi aralayan tonton teyzeciğin
gülümsemesi öyle sıcaktı ki, "işte eve geldin" hissi sıcacık yayıldı
içime...
Bu evde yaşlı bir teyzecik, annesi ile beraber yaşıyordu.
Yıllardır
aynı mahallede olduklarından, herkesin birbirini tanıdığı bu ortamda bir anda
bakkal, bir komşu kadın, bir de ev sahibi teyzemiz bir anda kendimizi evin
içinde bulduk. Başladılar bana evi anlatmaya...
Ev sahibimiz, kaç nesildir burada yaşamışlar. Çocuklar büyütmüşler; sonra herkes kanatlanıp yuvadan uçmuş tabi. Anneciğiyle tek başına kalmış. Annesi yatakla, tahminen 80 civarıdır. Kendisi ise 60-65 yaşlarında. Tombiş yanakları beyaz tülbendinden çıkan kınayla turuncuya boyanmış saçları ve çiçekli basma elbisesi ile çok neşeli bir kadın. Evin ciddi meselelerini büyük oğlu arada bir gelip hallediyormuş. Ama artık iyice yaşlandıkları için, hem gelir olsun odalar boş durmasın diye, hem de acil durumlarda seslerini duyacak biri olsun diye kiracı aramaya karar vermişler.
Oysa daha
emlakçıya bile gitmemişler. Çünkü bu onlar için de bir güven testi! Ben onlara,
onlar da bana güvenmeli... Kadın kadına yaşayacağımız bu binanın üst katında
onlar, alt kattaki iki odalı yerde de ben kalacağım. Fakat ev aslında bir
bütün; ince kapılarla ayrılacak sadece dairelerimiz birbirinden.
Beni adeta "Allah göndermiş". Hanım hanımcık bir kız, tonton teyzeler ile ne de güzel denk gelmiş! Bu ne güzel kısmetmiş! Ay hayırlısı olsunmuş!
Hayatımın
cehennemini yaşayacağım bu eve, işte böyle güzel sözlerle çıktım. Benden
depozito dahi almadılar; evin eşyaları zaten vardı.
Düzenimi oturtmuş, çalışmaya başlamıştım... Hayatımda bir heyecan yoktu ama keyfim de tıkırındaydı hani.
Akşamları
teyzelerimle beraber yemek yiyor, onlarla beraber Türk dizilerine bakıyor ve
yorumlarına kıkır kıkır gülüyordum. Eve gelirken manavdan aldığım meyveleri
görünce öyle seviniyorlar, öyle özel hissediyorlardı ki... Ben de ailemin
sıcağını onlarla adeta yeniden hissediyordum. Hayat güzeldi. Kapımızı sıkıca
kilitliyorduk. Geceleri çıt çıkmazdı. Zaten büyük nine yatalak, teyze ise ağır
hareket edebilen bir kadındı. Koskoca bir kış böyle huzur içerisinde geçti.
Eee okul bitti, iş bulundu, artık evlenme zamanı gelmeliydi!
Benim de
canıma minnet elbette. Keşke karşıma öyle aşık olacağım biri çıksa diye
düşünüyordum. Ne güzel evlenir, çoluk çocuğa karışırdım. Ama gelin görün ki, bu
yeni taşındığım yerde hiç sosyal ortamım yoktu. Sosyal ortamım olmadığı gibi,
sosyalleşecek ve eğlenecek mekanlar da yoktu! Artık farklı bir hayat tarzım
vardı teyzelerimle zaten. Ama bu da ayrı bir kısmet getirdi... Ne de olsa
onların gözünde "helal süt emmiş, öğretmen, iyi aile kızı, potansiyel
gelin" modeliydim.
Mahalledeki
komşulardan birinin çocuğuna ödevlerinde ara sıra yardım etmek maksatlı evlerine
gittiğim bir gece; dönüşte çocuğun annesi "tek başına gitme, bak benim
kardeşim burada, o seni evine kadar bıraksın" ısrarında bulundu.
Anlamıştım.
Yine de bozuntuya vermedim. Genç ve yakışıklı bir delikanlıydı, beni eve kadar
götürdü. Sevimli geldi bana bunlar... Ertesi gün telefonuma ondan bir mesaj
geldiğini görünce hiç şaşırmadım.
O zamanlar bu kadar seçenek de yoktu zaten... Tinder falan hak getire... Yıllar öncesinin kısıtlı romanslarından bahsediyoruz!
Her gece
birkaç sms gönderiyordu. Ara sıra telefonda konuşuyor, bazen okul çıkışında
beni almaya geliyordu. Güzeldi her şey güzel olmasına ama... İçime sinmeyen bir
şeyler vardı işte. Bu yakışıklı çocuğa kendimi bir türlü aşık hissedemedim.
Çay
bahçelerine gidiyor, bazen saatlerce konuşuyorduk lakin içimden gelmiyordu.
Onun hisleri ise bana karşı çok yoğundu. Onu oyalamamın hoş olmayacağını
düşündüm ve yavaş yavaş uzaklaşma kararı aldım. Çat diye ayrılamazdım zira aynı
mahallede yaşadığım insanlarla yüz yüze bakıyorduk. Bu flörtü sakince ve
kimseyi incitmeden bitirmeliydim.
Lakin tam tersi oldu... Ben ondan uzaklaştıkça, o beni daha da ister hale gelmişti.
Hediyeler,
çiçekler, sürprizler... Her geçen gün daha da zor hale geliyordu. Sabah
uyandığımda penceremin demirlerine sıkıştırılmış çiçekler bulmaya alışmıştım
artık.
Lakin bu
bitmeliydi. "Konuşmamız lazım" dedim, durumu anlattım. Çok üzülmüştü
ama "bekleyeceğim" dedi. Her şey zaten ondan sonra başladı
İlk başta "benim kuruntum" diye düşündüm...
Evdeki
huzurlu günlerim kalmamış; teyzelerime bile uğramaz olmuştum. Canım sürekli
sıkılıyordu. Sanki çok kötü şeyler olacakmış gibi tepemde gri bulutlar. Bahar
gelmeye başlamıştı, çiçekler açmıştı lakin benim içim kapkaraydı.
Önce
suçluluk hissinden dolayı kendimi cezalandırdığımı düşündüm. Kendimi telkin
etmeye çalıştım "o üzülmesin diye sevmediğim biriyle mi
evlenseydim?!"
Teyzelerimden
de uzaklaştım çünkü artık sanki beni yargılıyorlarmış gibi geliyordu. Kimse
gözüme sevimli gözükmüyor, herkes düşman gibi bakıyor ve sanki içimde korkunç
bir titreme vardı.
Sürekli onu aramak istiyordum ama kendimi tutuyordum. Aradan haftalar geçince artık yardıma ihtiyacım olduğunu düşündüm.
Çünkü
normalde çıt çıkmayan evimizden gece boyunca tıkırtılar geliyor; bazen de
kapılar çok sert şekilde açılıp kapanıyordu. Belki de teyze bana trip attığını
anlayayım diye kasıtlı olarak bunları yapıyor diye düşündüm. Lakin banyoda
makyajımı temizlediğim sırada hemen arkamdaki kapının "ÇAT!" diye
kapanması, daha ciddi bir şeyler olduğunu düşünmeme sebep oldu.
Ben böyle şeylere inanan biri değilim... Değildim.
Muhafazakar
sayılabilecek bir ailede yetiştim lakin inandığım şeyler arasında kesinlikle
"cinler, büyüler" vesaire yoktu. Bunlar kültürümüzün bir uzantısı,
can sıkıntısı icatlarıydı bence. Çocukken babaannem "nazar değmiş
kuzuma" deyip bana okuyup üfleyemeye başladığında dahi bunu gülünç
bulurdum.
Kısacası,
böyle saçmalıklara, hele hele kapıların aniden kapanması gibi muhtemelen
çocukken izlediğim korku filmlerinden bilinçaltıma aldığım klişelere kanacak
değildim. Beynim bana bir oyun oynuyordu. Sabah ilk işim bir psikiyatriste
gitmek oldu.
"Stres kaynaklıdır" dedi... "Bunları iç, daha rahat uyursun" dedi... "Tok karnına" dedi. Rahatlamıştım.
O gece eve
geldiğimde hemen ilaçlarımı içtim ve uykuya hazırlandım.
İşte o gece,
gerçekten başladı. İlk karabasan deneyimim...
"Uyku
felci" dendiğini biliyordum. Fakat üstüme gelen şeyi gözlerimle görürken,
uyanık olduğumdan kesinlikle emindim. Gözlerimi kapadım ve kendime telkin
etmeye başladım "kendine gel, kendine gel, bu gerçek değil!"
Bu
telkinlerimi kesen şey ise yanıma yaklaşan o varlığın kulağıma doğru verdiği
nefesi ve ardından gelen sinsi gülüşü oldu. Hala o soğuk nefesi hissederim.
Gerçekti.
"Kabus" dedim, "uyku felci" dedim ve ilaçlarımı kullanarak düzelme umuduyla hayatıma devam ettim.
Beynim bana
bir oyun oynuyordu. Peki... Teyzemin beyni de mi ona bir oyun oynuyordu? Ya da
benim beynim ikimize de mi oyun oynuyordu? Çünkü bunun herhangi bir açıklaması
olamazdı.
Teyzeciğim
benim kilo verip iyice süzülmüş olmamdan dolayı endişelenmiş ve o gece oturmaya
bana gelmişti. "Sende nazar var güzel kızım" diyerek okumaya
başlaması da beni şaşırtmamıştı. Elbette her yaşlı kadın gibi o da buna canı
gönülden inanıyordu. Fakat beni, daha doğrusu bizi, asıl şaşırtan şey, teyze
besmele çekip duaya başladığı an gerçekleşti. Duvara asılı duran ayna
delicesine titremeye başladı ve aniden tuzla buz oldu.
Ben
çığlıklar atarken, teyze beni kolumdan tutmuş kapıdan çıkarıyor, bir taraftan
da duaları adeta haykırırcasına tekrarlıyordu.
O gece nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum... Teyzenin kanepesinde uyuyakalmışım.
Sabah ilk
işim yine doktora gitmek oldu. Bana "şizofrensin" dese bile içim
rahatlayacaktı. En azından tüm bunların bir anlamı olduğunu görecek ve ne ile
mücadele ettiğimi bilecektim. Doktor ise ilaçları kullanmaya devam etmem
gerektiğini söyledi ve beni gönderdi.
İlerleyen günlerde okuldan arkadaşlarımla dışarı çıktım. Eve döndüğümde yine beni bekliyorlardı.
Yatağıma girdiğim an pencerenin önünde
korkunç bir surat, yaklaştı ve tehditkar acımasız gözlerle, gözlerimin tam
içine bakarak "bir daha yapma" dedikten sonra kayboldu.
Cehennemin küçük bir fragmanı o gece...
Duş almaya
girdim. Artık aylardır süren bu gerginlikten vücudum da zayıf düşmüştü.
Kaburgalarım sayılır haldeydim neredeyse. Sıcak suyun altına girip rahatlamaya
çalışıyordum ki, işte o sırada ilk "gerçek" teması hissettim.
Bir güç, kafamı olabildiğince sağa doğru çevirirken, bir taraftan da ağzımı büküyor ve ses çıkarmamı engellemeye çalışıyordu. Bu sırada kollarım da istemsizce farklı yöne çekiliyor, bacaklarımdaki tüm kaslar kasılmış... Adeta can çekişiyordum! Bedenimin kontrolü bende değildi ama her şeyi hissediyordum. Kulaklarımda ise birden çok çığlık vardı; benim çığlıklarım mıydı bilmiyorum!
Tam "işte öleceğim" dediğim an bir anda bedenimdeki tüm enerji çekildi. Hamur gibi yere düştüm. Eski püskü banyonun tavanına bomboş gözlerle bakarken, küçük penceredeki camın nasıl kendi kendine çatladığını tüm netliğiyle gördüm.
Nörolojiye de gittik...
Her teste
girdim. Zaten bir hastane ve eczane uzmanı olan teyzemin kolunda, oradan oraya
koşturduk. Her şeyim tertemiz çıktı. Hiçbir sıkıntı yoktu.
Pencerenin
çatlağı banyomda durmaya devam ediyordu.
Artık iş banyodan ve yatak odasından da çıkmıştı. Mutfağa su almaya giderken bile beni bir "şey" sıkıştırıveriyordu.
Ellerimi,
kollarımı büküyor; canımı yakıyor ve nefesimi kesene kadar sıkıştırıyordu. Her
şey bittiğinde ise o kahkahasını duyuyordum sadece. Her seferinde daha da
güçleniyordu bu kahkaha ve ben daha da zayıflıyor, daha da teslim oluyordum.
Tek isteğim
onu aramak, gece onun güçlü kollarında uyumak ve tüm bunları unutmaktı. Ama ne
anlatacaktım ki ona? "Ben delirdim" mi diyecektim? Aileme zaten haber
vermiyordum, üzüntüden kahrolurlar diye. Yalnız, çok yalnız bir yerdeydim.
Artık yaz aylarına gelmiştik... Mahallenin bahçeli evlerinden birinin asmalarının altında masa kurulmuştu o gece...
Kadınlar,
erkekler herkes topluca oturuyor, çay içiyor ve sohbet ediyorlardı. Ben de
teyzeciğimin peşine takılıp, biraz açılayım diye bu ortama katılmıştım.
Yaşlıların tatlı tatlı konuşmalarını, çocukların koşuşturmalarını izliyordum.
Derken
teyzemin oturduğu masadan bir kadına bağırarak kalktığını gördüm. Teyze koşarak
- yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle koşarak - uzaklaşmaya başlamıştı.
Peşinden koşmaya başladım. Karanlık sokaktan geçip, bir dolu molozun ve çöpün
olduğu çayıra gelmişti. Hala peşinden koşuyor, "dur" diye bağırıyor
ve bir taraftan da önümü göremediğim karanlıkta ayaklarıma bacaklarıma bir
şeyler batacak diye endişeleniyordum. Hiçbir şey batmıyordu ilginç bir şekilde.
Derken teyze aniden durdu bir ağacın altında.
Yanına gidip
ben de durdum. Gözleri sabit bir şekilde boşluğa bakıyordu. "Bu gece"
dedi... "Bu gece toprak yarılacak."
Ne anlama
geldiğini sormaya fırsat bulamadan, ağaçtan önüme kocaman bir "şey"
düştü. Yine kasılmaya başlamıştım. Aniden gözlerimi açtım ama bu bir rüya
değildi!
Hala mahalledeydim. Komşular, sandalyede uyuyakaldığımı ve aniden koşmaya başladığımı söylediler.
Sokaktan
dahi çıkmamıştım. Gördüklerim "rüya"ydı.
Utanç içinde
"iyiyim, bir şey yok" dedim ve eve gittim. İşte asıl şoku orada
yaşadım.
Yatalak büyük nine, evin girişinde, tam karşımdaydı! Ayağa kalkamayan kadın, karşımda dikiliyor ve bomboş gözlerle bana bakıyordu.
Yavaş
adımlarla evimin salonuna doğru yönlendi. "Teyzecim, iyi misin?" diye
sesim titreyerek peşinden yavaşça takip ettim onu.
Masamın
kenarında duran, ayrıldığım o eski sevgilimin hediye ettiği bir saksı çiçeği
eline aldı ve var gücüyle yere çaldı.
Saksı
paramparça olmuştu. Toprak yarılmıştı.
İçinden
simsiyah bir muska çıktı.
Artık ok yaydan çıkmıştı... İnanma - inanmama meselesi değildi bu. Gözümün önündeydi işte.
Teyze hemen
ertesi gün beni bir "kadın"a götürdü. Büyük nine ise hiçbir şey
olmamış gibi yatalak bir şekilde uzanmaya devam ediyordu.
Gittiğimiz
kadın, beni suratında adeta bir Budist rahibinki gibi huzur dolu bir
gülümsemeyle karşıladı. "Geçer" dedi. Çok konuşmadı ve muskalar
yazdı. Biri evin girişine, biri yatağıma, biri de hep üstümde taşımalık...
Muskaların hiçbir faydası olmadı. Artık doktorlardan da, nefesi kuvvetli hocalardan da umudu kesmiş ve kendimden vazgeçmiştim.
İçimde
sadece büyük bir öfke vardı. Bilinmeyene karşı bir öfke.
Evde hala
kapılar kapanıyor, tıkırtılar ve fısıltılar geliyordu.
Bir gece
dayanamadım... Önce yine yatağımda kulağımın ardından o soğuk nefes geldi.
Ardından kasılmaya başlayacaktım ki... Var gücümle haykırdım "ORRRROSSPU
ÇOCUĞUUUU"
Hayatında "bok" bile demeyen ben, delicesine
küfürler ediyordum. Tüm sesler kesildi aniden
Gittim ve kenarda duran elektrik süpürgesinin sapını çıkardım. Elimde bir sopa gibi sallayarak evin içinde dolaşmaya başladım.
"Neredesin
lan, şerefsiz, ne istiyorsun benden piç?! Çık ortaya!" diye bağırarak,
elimdeki sopayla duvarlara vuruyordum.
Cin karşıma
çıksa, onu elektrik süpürgesi sapıyla mı dövecektim?! Delirmek böyle bir şey
miydi?
Tek bildiğim
çok ama çok öfkeli olduğumdu. Öfke içimde öyle büyüdü ki, korkuyu yendi. Zira
korkudan zaten geçmiş, canımın derdine düşmüştüm artık. Mantık, rasyonel
düşünce, hepsinden de geçmiştim. Evet, evde cin dövecek hale gelmiştim..
Hızımı alamadım... Muskaları söktüm attım, ilaçları dışarı fırlattım, çıtırtıların sesin geldiği her yeri sopayla yıkıp döktüm.
Teyzeciğim
gelmiş endişe içinde beni izliyordu. "Hiç korkma" dedim ona.
Son hız
evden çıkıp, ayağımda ev terliklerim, elimde süpürge sapı... Komşunun kapısına
dayandım. "DIŞARI ÇIKIN! O ŞEREFSİZ KARDEŞİN ÇIKSIN HELE DIŞARI!"
Tüm mahalle
ayağa kalkmıştı. Haykırıyor, hesap soruyor, "büyücü şerrrrrefsizler"
diye yedi düvele duyuruyordum meseleyi. Dışarı çıkmaya cesaret edemediler.
Diğer komşular ise beni sakinleştirip evime gönderdi.
İşte o günden sonra tıkırtılar giderek azaldı... Çünkü onların en ufak bir tıkırtısına, ben ortalığı ayağa kaldırıyordum.
Öfkeyle,
direnerek karşılık veriyordum. Beni yenemeyeceklerini anladılar.
Mahallede adım deliye çıkmıştı ama olsundu. Teyzelerim beni biliyor ve anlıyorlardı. O günlerden sonra birazcık çatlak ama en azından kendime sahip çıkarak devam ettim hayatıma.
Fakat bir kere o ele geçirilmeyi, musallatı yaşamış biri olarak, asla eskisi gibi olamadım.
İlacınız, sizsiniz, arkadaşlar. Oradalar, varlar. Mücadele edin!